Bir Pinokyo Meselesi – Esra Kaplan

Sabah uyanır uyanmaz Pinokyo’nun ilk işi daireye gitmek için hazırlanmak oldu. En son aldığı takımını giyerken epeyce zorlandı. Artık kendine yeni bir şeyler almanın vakti gelmişti. Son zamanlarda aldığı kilolar yüzünden çene hattı da iyiden iyiye kaybolmuş, burnu suratının ortasında ben buradayım dercesine bağırır hale gelmişti. Çehresini incelerken komşudan gelen buram buram kokan hamur kızartmasının zihnini daha fazla dağıtmasına izin vermedi. İki gün önceden kalan kurabiyesinin yanına hazırladığı sütü içti. Apar topar merdivenlerden indi. Aşağıda doksanlı yılların şarkıcılarını andıran ev sahibiyle karşılaştı.

“Bugün ne kadar şık görünüyorsunuz.”

“???”

Gözlüklerin üstünden iğreti bir şekilde Pinokya’ya bakan ev sahibi cevap vermedi. Hızla uzaklaştı oradan. Bu Pinokyo için iyi bir durumdu. Uzun uzadıya adamın rahatsız bakışlarını yüzünde hissetmek istemiyordu. Zira burnu uzamıştı. Bütün bu anı başını sallayarak zihninden attı. Bir şeyi unutmak istediğinde böyle yapardı.

Daireye gitmeden önce dün akşam Gepetto Usta ile konuştuklarını düşündü. Yaşlı marangozun her akşam yanına uğramak alışkanlığıydı. Pinokyo alışkanlıklarını seven biriydi. Fakat bu alışkanlıklar son zamanlarda kendini çok yormuştu. Ummadığı bir anda günün ortasında bu alışkanlıklar yüzünden bağırabilirdi. Akşam Gepetto Usta’nın yanına vardığında marangozhane kalabalıktı. Herkesin dağılmasını beklemişti. Kalabalığı sevmezdi. Bir yandan içeriyi göz ucuyla süzmüştü. Üzerinde büyük bir işçilik olduğunu düşündüren sandalyeler, masalar, kapılar ve tezgâhın üzerinde tutunmaya çalışan küçük talaş parçaları. Marangozhane soluk alınca Gepetto Usta görünmüş.

“Bugün erkencisin? Seni daha geç bekliyordum.” demişti.

Gepetto sorusuna cevap bile beklemeden sandalyeye oturmuştu. Bilirdi. Kelimeler tarafından sıkıştırılmaya kızardı Pinokyo. Gepetto usta çay ikram etmişti. Uzun süre ses çıkarmadan oturmuşlardı. Bir süre sonra endişeli bir gülümseme yerleşmişti yaşlı adamın yüzüne. Saçlarının ortası belirgin seklide dökülmüş, diğer tutamları ise şekilsize omzuna kadar uzamış ve avurtları içine çökmüş olana bu çelimsiz adam -Gepetto Usta- daha fazla susamamış:

“Neyin var?” diye sormuştu. Pinokyo’nun aklından tam olarak şu cümleler geçmişti.

“Burnum var efendim. Bir türlü küçülmeyen burnum var! Üstelik siz de bunun farkında olmalısınız. Baksanıza nerdeyse tezgahınıza değecek. İşte bu burundan kurtulmak için çabalıyorum. Niçin bir de size anlatmamı bekliyorsunuz?

Pinokyo bu cümleleri söylememişti. Biliyordu ki Gepetto Usta’ya göre Pinokyo’nun burnu göklerden gelen bir hediyeydi ve Pinokyo bunun kıymetini bilmeliydi. O akşam daha fazla vakit geçirmeden yaşlı marangozun yanından ayrılmıştı.

***

Daireye gittiğinde gün içinde çok şey yapmış gibi duran adamlar vardı. Hiçbir şey yapmıyorlardı. O da bunlara alışmıştı. Mesai arkadaşı seslendi:

“Beyefendi geç kaldınız nerelerdeydiniz?”

Bahane bulmak için düşündü. Anında vazgeçti. Yerine geçti. Çekmesinden dosyasını ve gözlüklerini çıkardı. Yeterince burnu uzamıştı. Neyse ki akşamları Gepetto Usta’ya burnunu törpülettiriyordu. Bunu yapmasa burnunun dünyayı baştan aşağı dolaşacağını düşünürdü. Nitekim öyle de oluyordu. Bazı zamanlar dairedeki işi uzuyor, Gepetto Usta’nın yanına gidemiyordu. İşte o günler ne yapsa burnunu saklayamıyordu. Bu günlerin en zorlu tarafı işe gitmek zorunda oluşuydu. Memurların rahatsız edici bakışları dayanılmaz oluyordu.

Bu sırada bir yandan da göz ucuyla diğer memurları süzüyordu. Her geçen gün kendi aralarında konuşmalar ve fısıldaşmalar artmıştı. Bunda yalan söyleyince uzayan burnunun payı hayli büyüktü. Oysa dün Hikmet Efendi gözünün önünde aslında hiç de içten olmayan bir şekilde müdürü övgülere boğmuştu. Eğer bu övgü bir kum tanesine benzetilseydi büyük ihtimal müdür bu kum tanesinin altında kalırdı. Düşündüğü benzetme, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeye neden oldu. Tüm bu düşünce karmaşasının içinde müdürün başında dikildiğini fark edince irkildi.

“Pinokyo Efendi bakıyorum derin düşüncelere dalmışsınız yoksa yığılan işlerinizi nasıl toparlamanız gerektiğini mi düşünüyordunuz?”

       “O kadar istekliyim ki gelir gelmez dosyamın başına oturup evrakları onaylamaya başladım efendim.”

“Eminim öyledir size kolay gelsin.” dedi müdür burnunun ucuna dokunarak.

Pinokyo’nun başından aşağıya ter damlaları düştü. Elindeki işini kaybetmek istemiyordu. Fakat burnunun biraz daha uzadığını görünce kavuşturduğu elleri yanına düştü ve içinden derin bir ah çekti. Biraz sonra daireye gelecek olan insanları düşündükçe daha da canı sıkıldı. Ne zordu yalan söylememek. Keşke diğer arkadaşlarının da yalan söylediğini ortaya çıkaran uzuvları olsaydı. Şu çaprazında oturan mesai arkadaşı, köri kokulu adam. Bir an onu hayalledi. Boyu olabildiğince uzun. Yalan söylediği zaman boyu daha da uzasa ne güzel olurdu. O zaman burnu kendine yeni arkadaşlıklar edinebilirdi. Kafasından bu kötü temennileri atmaya çalıştı. Hoş onu sevmeyen insanlar için pekâlâ böyle düşüncelere sahip olabilirdi. Daha dün Çaycı Rüstem’e çayının güzel olduğuyla ilgili bir yığın iltifat etmişti. Bunun karşılığında çaycının yaptığı tuhaf bir şekilde yanından uzaklaşması olmuştu. Sesler ve düşünceler gün boyunca aklını meşgul etti. Nihayetinde bir günü daha geride bırakmıştı.

***

Pinokyo daireden çıkışta randevulaştığı doktorla görüşmek üzere kliniğe gitti. Her akşam iş çıkışı bu kliniğin önünden geçiyordu. Uzun zaman kafasını kaldırıp bakmamak için kendisiyle cebelleşmişti. Bir süre sonra pes etmişti. Kliniğine ilk gittiğinde içerisi o kadar kalabalıktı ki. Adam burun yapmakta hünerli biriymiş doğrusu. Şöhreti başka şehirlere yayılmış olan bu adamın hastaları gün geçtikçe kliniğin kapısını aşındırıyorlarmış. Pinokyo uzun uğraşlar sonucu doktorla görüşebilmişti.

Klinikten girdiğinde içeriye hâkim olan beyazı gördü. Beyaz masalar, beyaz sandalyeler ve beyaz giyinmiş görevliler. Pinokyo’yu kapıda ise kocaman yüzü, ağzı ve gözleri arasında yama gibi duran burnuyla doktor karşıladı. Pinokyo’nun gergin olduğunu anlayan doktor ona art ardına koca bir bardakta papatya çayı ikram etmişti. Nafile. Daha fazla vakit kaybetmeden Pinokyo’yu hazırladılar. Masaya boylu boyunca uzandığında ötede ahşaptan yapılmış burun kalıpları ilgisini çekti. Şu en önde kanatlı olan burunu süzdü Ne kadar da müdürün burnuna benziyor. Arkada ufacık yassı şekilde burun ise dairede Pinokyo dışında sürekli başkaları tarafından aşağılandığı halde yüzünde alaycı bir gülümsemeyle kendisini süzen adamın burnuna benzetti. Ya şu en arkadaki yamru yumru burun. Ev sahibinin burnu olduğuna yemin edebilirdi. Zihinde Gepetto Usta ve ilerde duran burunlar bir bu yana bir o yana dağıldı.

Klinikten ayrıldığında Pinokyo paltosuna daha sıkı sarıldı. Gece soğuk ve kokuluydu. Yanından geçmekte olan zarif görünümlü kadının durduğunu fark etti. Kadın ona yönelmişti. Bahariye Yokuşu’nu sordu. Paltosunun yakasını bırakan Pinokyo, yolu tarif etmeye başladı. Fakat kadının şaşkın bakışları bir an duraksamasına neden oldu. Kadın hızlıca uzaklaştı oradan. Önünde durduğu mağazanın camından kendini seyre koyuldu.  Burnu paltonun içinde saklayamayacak kadar uzamıştı. Cebinden bir sigara çıkardı. Yavaşça tüttürerek ilerlemeye başladı.

Yemliha’nın ya da Bizlerin Masalı – Duran Emre Kanacı

Kara yılanlar hasmınız değildir. Size bir abla nasihati. Kara yılanlar zehirli değildir. Aksi söylenirse inanmayın, başınıza dert açmayın. Kara yılanlar buğday tarlalarında birbirlerine dolanıp sevişirler, yükselip sırık gibi havada kalırlar. Korkmayın. Denize yakın bağlarda, köstebek ve bilumum toprak muzırrasını ava çıkar, öğlen güneşi indi mi serin kayalıklara çekilip ak karınları üzerinde uyurlar. Kovalamayın. Kara yılanlar hasmınız değildir. Şemhurların en büyük kabahati bunun tersini bellemek oldu. Şemhur erkeklerinin sır olup gitmesinin müsebbibi kara yılanlar, bir de bangır bangır bağıran tüplü televizyondu. Anlatayım, yeni bir masal niyetine.


Evvelki senenin baharına çıkmıştık. Konağın avlusunda, isli bir kazanda kaynattığım çarşafları ipe geriyordum. Kış artığı lodos Misis’ten kalkıp Ceyhan suyunun tersine esiyor, Yılankale’yi aşıp tepemize iniyordu. Havada kireç tozu kokusu vardı. Ürperdim. Doğrulup, düzlüğün ortasında arzıendam eyleyen Yılankale’ye baktım. Surları, kıvrılarak üzerine uzandığı tepenin gediklerini dolduruyor, kale burcu bir yılan başı gibi kuzeye uzanıyordu. Eskilerin Misis Ovası’na çöküp kalmış bir kara yılan.

Arkamı döndüm. Farzane nine merdivenlerin başında yumulmuştu. Onun da gözleri ötelerdeydi. Farzane Şemhur. Şemhurların büyük anası, bu masalda adını öğreneceğiniz iki kadından ilki. Genç kızken analığımın eziyetinden kurtulup konağa hizmetçi girdiğim günden beri benim adımın bir ehemmiyeti yok. Sanmayın düşkünlüğümüzdendir. Sittinsene evvel Baba Şemhur’a gelin gittiğinden beri Anne Şemhur’un, bir koca konak hanımının adının da bir ehemmiyeti yok. Yalnız Farzane nine bizim gibi değil. Daha beş yaşında sabiyeyken evlerini sırtlanıp yürümüşler Acem ülkesinden bu yana. Ailesinin birkaç ecnebi lisanı okuyabilen tek ferdi olmuş, zalim bir kocanın hükmü altında da olsa ilimden ırağa düşmemiş. Şifacıymış da. Adının hakkını vermiş: Bilge kadın.

Anlatanlardan duyuyorum bunları. Farzane konuşmaz. “Nere daldın nine? Kalk, kalk üşütme kendini betonda.” Çat diye kırılacağından korktuğum koluna girdim. “Zebercet Dağı’na bakıyorsun, biliyorum. Hangimizin gözü orada değil ki?” Mutfaktan geçip konağın arka avlusuna çıktık. Orada taşa oyulmuş bir Rum mezarı vardır. Beş adıma beş adım, küp bir oda. Mehmet, mezarın çok daha eski olduğunu söylüyor, belki Hattuşalı krallardan kalma. Abbasilerin, Rumların, en sonunda dedem Ramazanoğlu’nun elinden geçmiş. Ben anlamazdım. Bildiğim bu odanın dört mevsim ılık olduğuydu. Farzane bu odada yatar kalkardı. Yaş aldıkça nasıl aksiliği, küskünlüğü arttıysa, konuşmaz olduysa Baba Şemhur da odaya trafodan elektrik çekti, iki döşeğin arasına dev bir tüplü televizyon bağlattı. Anasını bir bebek gibi o camın önüne koydu. Kulağı az duyan Farzane, televizyonun sesiyle yıllarca konağı inletti.

Nineyi yatırıp yine televizyonu açtım. Müjdeli bir haber okunuyordu, yakında âdemoğlu Merih yıldızına seyahate çıkabilecekmiş. Vay vay. Kanalları gezdim. Birçoğu, Ceyhan suyunun yanı başında boy veren Zebercet Dağı’ndan bahsediyordu. Derken bir kornayla irkildim. Konakta kimseler yokken boynuma indirdiğim yazmamı tekrar başıma geçirdim. Mutfaktan geçerken narenciye sepetini devirdim, birkaç portakal peşim sıra ön avluya, utancıma ortak olmaya koştu. Mehmet direksiyondaydı, “Ne yaptın ana?” der gibi bakıyordu eşek gözlüm. Oğlan Şemhur otomobilden atladı, ilk iş elindeki ışıklı tabancayla beni vurdu, ipteki çarşafların arasına karışıp tarlaya çıktı. Baba Şemhur kimsenin yüzüne bakmadan konağa girdi. Anne Şemhur, kocasına duyuracak şiddette başladı: “Ah cahil kadın. Ah aptal.” Neredeyse gülecektim. Mehmet’in dediğine göre Anne Şemhur, kötü Fransız çevirileri gibi konuşurmuş. Ne kastettiğini anlamasam da komik gelirdi bu bana. “Çamaşır makinesi Amerikan malı, kurutma makinesi Japon. İki cihanı şu konağın içine getirdik. Bir senin kafan buralı kaldı!”

“Şemhurlar ikiliği seviyorlar anne.” Az sonra Mehmet’le kuş havuzunun başında soluklanıyorduk. “Kadın Amerikan-Japon, adam Seylan-Ceyhan.” Parmağıyla Zebercet Dağı’nı gösterdi. Yılankale’nin berisindeki tepelerden biri insan eliyle yarılmış, yarıktan bir koca Zebercet Dağı fırlamıştı. Yekpare damar. “Şu taşın yeşiline bak anne. İnsanın gözünü nasıl da alıyor.” Gerçekten de hâlâ ikindi güneşi altında ovada yeşil bir alev gibi yanar. “Beyefendi arabada konuşurken duyuyorum. Yalnız Seylan ülkesinde zebercet madenleri varmış. Burada, beyefendinin burnunun dibinde bitmesi mucizeymiş.” Gün boyu, kepçeler tepeleri delip etrafa kireç tozu yayar, kamyonlar bu kıymetli madeni yüklenip Ceyhan’a, ilçeye sürerdi. “Şöyle gelsene anne.” Mehmet’le avlunun dışına yürüdük. “Mühendisler damarın kökü çok aşağılara iniyor diyorlar. Baba Şemhur en az altı ay geceli gündüzlü kazdıracak yeri.” “Madene devlet gelecek mi?” “Gerek kalmayacak anne. İzin yalnız beyefendinin fabrikasına verildi. Çıkardıklarının bir kısmını hazineye aktaracak fakat bu dışarı satacaklarının yanında devede kulak kalır. Geçen ay eve geç gelişlerimizi hatırlıyor musun?”


Baba Şemhur’un enteresan taraflarından biriydi, tanımadıklarını ne yapıp edip memnun ederdi. Evde uygulamadığı kaideleri jandarma ve polis üzerinde; belediye başkanları, il büyükleri ve hatta savcılar üzerinde dikkatle uygular, her seferinde de bahtsız oğlumu tüm yaptıklarına şahit bırakırdı. Baba Şemhur, işlerini gizlemeye lüzum görmediğindendi ki Mehmet otomobilde bazen yeşil dolu çantalar taşırdı, bazen afyon. Bazense şehirden getirdiği, dikiz aynasına bakarak süslenen, adları olmayan kadınlar. “Korkusu da yok.” “Sen günaha kapa gözünü günahsız Mehmet’im.” Mehmet başını eğdi. Öyle kaldığımızı hatırlıyorum. Sonra tarladan Oğlan Şemhur’un feryadı yükseldi. Bir de kesikli bir tıslama. Şalvarımı topladığım gibi o yana vardım: “Kara yılanı kovalama, saldırır demedim mi sana e çocuk?”


Kara yılanlar zehirli değildir. Yalnız kaslarında müthiş bir güç vardır. Gözdağı verildiğinde havada bir kamçı kesilir; insanın yüzünde, sırtında şaklar. Yere yığınca da dişlerini her bir yanına geçirir. “Bal, toprakta bal gördüm.” Ahali, başına toplanmıştık. Oğlan hıçkırıyordu: “Topraktan bal sızıyordu baba, ince. Az eşeleyeyim dedim. Bir yılan başı göründü. Yılan başı. Yapıştırdım sapanı. O zaman yer yarıldı, adam benzeri bir kara yılan çıktı. Adam benzeri. Beni dövdü.” Baba Şemhur oğlanın gömleğini sıyırınca bir Allah çektim. Sırtının yarısı morarmıştı. İçeri koştum. Havada kireç tozu kokusu vardı. Arka avluyu şimşek gibi geçtim. Mevsim bahara çıkmıştı. Taş odada Farzane ağlıyordu. Şemhurlar ikiliği severlerdi. Farzane sordu: “Erkeği mi, kancığı mı?” Bunca yıl sonra sesini duyan ilk kişiydim. “Erkeği.” dedim.

Ve böyle toplandı kasabalı evvelki senenin baharında Baba Şemhur’un arkasında ve didik didik ettikten sonra Misis ve Ceyhan ovalarını, kıstırdılar onun eşini saklandığı bir olukta. Hâlbuki bu toprakların adamı bilirdi; bir kara yılanın canını alırsa, öldürdüğü yılanın eşinin kaybettiği eşini mütemadiyen arayacağını. Sonunda ya eşinin ölüsünü ya onun katilini bulacaktı hayatta kalan. Lodoslu bir öğlen serdiler adam benzeri bir kara yılanı konağın avlusuna. Âdemoğlundan çarpık yüzü, toprağa serilmiş çatal dili hatırıma gelince, şimdi bile kafama taşlar çalasım gelir. Farzane merdivenlerin başında yumulmuştu. Konak, av zaferini kutlayacaktı. Önüne çöktüm. İkimiz de öldürülen kara yılanın eşinin kim olduğunu biliyorduk. Bu masalda adını öğreneceğiniz iki kadından ikincisi. Omzumdan konuştu: “Zebercetten bir taht üzerinde oturur, insan gibi konuşurmuş yılanların şahı. Âdemoğlunun şerrinden kaçıp duvarlarından bal akan bir kaleye iltica etmiş yer altında. Bu balı tadan kişiyle dost olurmuş.” “Buraların masalını iyi biliyorsun nine.” Hıçkırdı. “Tahtı sallanmıştır. Kalesinin duvarları çökmüştür.” Madeni gösterdi. “Bu yıkıma kim dayansın? Gelecek, bu gece gelecek!”


Şemhurlar, yarı sarhoş misafirlerini hürmetle, avcıları yevmiyeyle yolcu ettiler. Zifiri karanlıkta Farzane ile ölüyü kükürtledik. Yılanlar kükürde gelmezler. Merdivene çöküp yüzümüzü Yılankale’ye döndük. Gece yarısından sonra, sabah ezanından önceydi. Zebercet Dağı mutlak bir sessizlik içinde parladı. Yeşil alevler karanlığı yardı. Tahtından kalktı, kalesinden ayrıldı yılanların şahı. Birbiri içine geçen bin yılandan yapılma bineğini doğruca bizden yöne sürdü. Ahali, can korkusuyla kıpırtısız onu izledik. Toprağa indi, süründü. Belinden yükseldi. Memelerini saran pullar çıtır çıtır etti. Çizgi gözleriyle yaş dolu gözlerimizin içine, oradan yüreklerimize baktı: “Yemliha’dır adım. Hani Şah-ı maran diye andığınız Ece’yim ben. Eşimi kaybettim, Ülgen Bey’i. Toprağınızdan geçti mi?” Etrafımda dönüp toprağı kaldırıyordu. Pullarının, muhtemel ki ölene kadar unutamayacağım çıtırdamalarını aklıma kazıyordu. Cümle yaveri tıslamalarla etrafımızı sardı. Biz sustukça çemberi daralttılar.
Şahmaran, daha doğrusu Yemliha, Farzane’nin yüzüne eğildi: “Konuşamıyor musun ana?” Mehmet’le aramıza sokuldu, gözü gözüme: “Ya sen kadın? Senin bir adın yok mu?” Baba Şemhur’u işittim. Hıçkırıyor muydu? Başımı yerden kaldıramadım. Yemliha, içten bir of çekip Anne Şemhur’a ilişecekti derken kadın, oğlunun gözyaşları arasında düşüp bayıldı. Yemliha, herhâlde toprak üzerinde yürümüş ya da sürünmüş en cemil kadın olduğunu söylememe hacet yoktur, mermer beyazı yüzünü esefle büzdü. Kıvrılarak Farzane’ye döndü: “Cüretimi affet ana fakat anlamıyorum, niçin suskun toprağınızın kadınları ve niçin yürekleri ağır çekiyor bu denli?” O zaman geceyi atlatacağımızı anlamıştım. Mehmet’in geçmişte bana okuduğu kitaplardan birinde yazar, benim gibi kadınların ahvalini kendine dert edinmiş bir başka kadınmış, ne diyordu: “Kadınlar birbirlerine güvendiler mi öyle bir dost olabiliyorlar ki.”

Anlatacaktım, acısını paylaşacaktım. Ayaklarımızın dibinde akan kara yılanlar arasından geçip Yemliha’nın karşısında durdum. Yüzü solmuştu, etrafını gözetliyordu. Aramızda en az iki metre vardı. Aşağı bakıp beni görünce Akdeniz gibi dalgalanıp önümde bitti, yüzü yüzüme. O zaman Baba Şemhur kendini Yemliha’nın önüne attı: “Ey Ece. Ey topraklarımızın koruyucu Ecesi. Kalenin duvarlarından akan balın tadına vardım.” Allah belasını versin. Masalı o da biliyordu. “Eşin Ülgen Bey’le hasbihal ettim.” Bu koca namussuz, tanımadıklarını memnun etme gibi enteresan bir tarafı olan bu arsız, huyundan vazgeçmeyecekti belli. Yemliha kuyruğuyla adamı ayağa dikti. Dinliyordu. Farzane bağırdı: “Sakın ha Şemhur, sakın!” Baba Şemhur uzun parmaklarıyla Yemliha’nın yüzünü okşadı: “Eşin Ülgen Bey toprağımdan geçti. Ceyhan suyunun ardında ava çıktı.”


Ağlamaya başladım. Yemliha’nın pulları kıvançla titrerken etrafımızdaki kara yılanlar dört bir yana dağıldılar. Yemliha efsunlanmıştı. “Siz de müjdeler içinde kalasınız.” Tozu dumana katarak oraya buraya sürünüyordu. Farzane’ye döndü: “Tut elimden, beni tahtına götür yukarı toprağın Ecesi. Eşimi orada bekleyeceğim.” Bir nisan gecesi, bir ihtiyar ve belden aşağısı kara yılan bir dev kadın el ele bir eve giriyorlardı. Narenciye sepeti devriliyordu. Az sonra beraber televizyon izleyeceklerdi. Mehmet atıldı, “Tüfeğini getireyim beyefendi.” Ensesine tokadı yapıştırdım. Baba Şemhur güldü, “Sen anlıyorsun kadın.” dedi bana. “Ne yapayım tüfeği, iki dünyanın zengini, şifacı Ece konağımda esir düşmüşken?”

Böyle yaşamaya başladık yılanların şahıyla aynı çatı altında. Beş adıma beş adım taş mezardaki divanların birine, Farzane’nin karşısına kıvrıldı. O günler için anlatacak çok bir şey yok. Sanılanın aksine Yemliha’nın zümrüt yeşili gözlerine bakmak insanı taşa çevirmiyor, dökülen pullarıyla duvara bir kapı çizmek servetini sakladığı yeraltı bahçesine bir geçit açmıyordu. Baba Şemhur tümünü denedi. Tatlı sözlerle ağzından türlü efsunlar almaya da çalıştı, nafile. Yemliha çok kısa bir sürede, inanılmayacak kadar kısa bir sürede, Baba Şemhur’un istediklerini ona veremeyen bir kadın konumuna düştü. Keza masal da bunu öngörüyordu. Yemliha’nın elinde, geceleri mum ışığında konağın kadınlarıyla paylaştığı bilgeliği, yürüdüğümüz toprağın geçmişinde uyuyan tanrıçalar ve avcı kadınlar, uysal olmayan analar ve uzun yaşayan kadınlar vardı. Bir de kadın kadına dostluğu. Baba Şemhur, Yemliha’nın güzel dudaklarından, ince belinden öte bunlara göz dikti. Çünkü Baba Şemhur, bir kadını nasıl kıracağını iyi biliyordu. Ve ona göre Yemliha, eksik de olsa bir kadın sayılırdı.


Yemliha’nın konakta barındığı son gün, tüplü televizyon bangır bangır bağırıyordu. Baba Şemhur, öğle vakti elinde bir bıçakla taş odanın kapısına dayandı. Sülalenin erkekleri de avluda toplanmışlardı. Tıpkı masaldaki gibiydi, Baba Şemhur onun ilmine vakıf olmak arzusuyla Şahmeran’ı öldürecek, etini yiyecek ve onu ebediyen içine alacak, varlığına sahip olacaktı. Odanın önüne toplaştık. Baba Şemhur içeri girdi, anasını odadan çıkmaya zorladı. Yemliha’nın bir kuyruk darbesiyle tüm kemiklerini kırabileceğini biliyordu. Fakat bunu yapmayacağından da emin görünüyordu. “Eşin Ülgen Bey Ceyhan suyunun ardında ava çıktı. Elimi tut, seni ona götüreyim.” “Ülgen Bey avlunda yatıyor Şemhur.” Biliyordu. “Bunca kükürt ondan başkasını saklıyor olamaz.”
Sordum: “Öyleyse neden kaldın Ece?” Öğle haberleri okunuyordu. “Size adınızı hatırlatmak için.” dedi Yemliha. Bıçağını Yemliha’nın göğsüne sallayan Baba Şemhur, Anne Şemhur’un darbesiyle tökezledi, düştü. Şaşkındı:

“Raha?”


“Ve onlara adınızı hatırlatmak için.”


Raha ile birlikte Baba Şemhur’u zaptettik. Raha, adının hakkını vererek derin bir oh çekti: Özgür kadın. “Ana, yardım et. Farzane!” Farzane ellerini göğsünde birleştirmiş, oğlunun ruhu için dua ediyordu. Mehmet, Yemliha’nın onaylar bakışlarıyla kapıda nöbet tutuyor, elinde beyefendinin tüfeği, konağa doluşan azgın kalabalığa, beyefendinin soyuna geçit vermiyordu. “Saadet, bunca yıldır o piç kurusu oğlunla ekmeğimi yediniz! Saadet!” Vay Baba Şemhur vay. Sözlerinden ve soyunun sözlerinden silindi artık o efsunlu güç. Hâline gülüyorduk. En çok da bizlerin masalının sonunun değişmesine gülüyorduk.

Yemliha kuyruğu üzerinde yükselip televizyona yaklaştı, öğle haberlerine kulak kesilince yüzü aynı tanıdık esefle büzüldü. Bir kadındı öldürülen ve bilinmiyordu adı. Ardından bir haber daha, başka bir kadın. Adı biliniyordu da yalnızca baş harfi söyleniyordu, ayıplı olan oymuş gibi. Yemliha, saf Ece Yemliha döndü, içimi söküp atan bir hüzünle sordu: “Sizinkine benzer başka topraklar da mı var?”


Şemhur erkeklerinin sır olup gitmesinin müsebbibi kara yılanlar, bir de bangır bangır bağıran tüplü televizyondu. Yemliha gerindi, göğsünü şişirip acı bir çığlık attı. Dört bir yandan aktı kara yılanlar konağa ve küme küme üzerlerine kapanıp yuttular Şemhurları. Denir ya, kovalamayın. Kara yılanlar hasmınız değildir.
Yemliha, konağın önünde bin yılanlı bineğine bindi. “Onlara diyeceğim ki.” dedi, “Yemliha’dır adım. Hani Şah-ı maran diye andığınız Ece’yim ben. Adını kaybeden kadınları arıyorum. Toprağınızdan geçtiler mi?”