Kara yılanlar hasmınız değildir. Size bir abla nasihati. Kara yılanlar zehirli değildir. Aksi söylenirse inanmayın, başınıza dert açmayın. Kara yılanlar buğday tarlalarında birbirlerine dolanıp sevişirler, yükselip sırık gibi havada kalırlar. Korkmayın. Denize yakın bağlarda, köstebek ve bilumum toprak muzırrasını ava çıkar, öğlen güneşi indi mi serin kayalıklara çekilip ak karınları üzerinde uyurlar. Kovalamayın. Kara yılanlar hasmınız değildir. Şemhurların en büyük kabahati bunun tersini bellemek oldu. Şemhur erkeklerinin sır olup gitmesinin müsebbibi kara yılanlar, bir de bangır bangır bağıran tüplü televizyondu. Anlatayım, yeni bir masal niyetine.
Evvelki senenin baharına çıkmıştık. Konağın avlusunda, isli bir kazanda kaynattığım çarşafları ipe geriyordum. Kış artığı lodos Misis’ten kalkıp Ceyhan suyunun tersine esiyor, Yılankale’yi aşıp tepemize iniyordu. Havada kireç tozu kokusu vardı. Ürperdim. Doğrulup, düzlüğün ortasında arzıendam eyleyen Yılankale’ye baktım. Surları, kıvrılarak üzerine uzandığı tepenin gediklerini dolduruyor, kale burcu bir yılan başı gibi kuzeye uzanıyordu. Eskilerin Misis Ovası’na çöküp kalmış bir kara yılan.
Arkamı döndüm. Farzane nine merdivenlerin başında yumulmuştu. Onun da gözleri ötelerdeydi. Farzane Şemhur. Şemhurların büyük anası, bu masalda adını öğreneceğiniz iki kadından ilki. Genç kızken analığımın eziyetinden kurtulup konağa hizmetçi girdiğim günden beri benim adımın bir ehemmiyeti yok. Sanmayın düşkünlüğümüzdendir. Sittinsene evvel Baba Şemhur’a gelin gittiğinden beri Anne Şemhur’un, bir koca konak hanımının adının da bir ehemmiyeti yok. Yalnız Farzane nine bizim gibi değil. Daha beş yaşında sabiyeyken evlerini sırtlanıp yürümüşler Acem ülkesinden bu yana. Ailesinin birkaç ecnebi lisanı okuyabilen tek ferdi olmuş, zalim bir kocanın hükmü altında da olsa ilimden ırağa düşmemiş. Şifacıymış da. Adının hakkını vermiş: Bilge kadın.
Anlatanlardan duyuyorum bunları. Farzane konuşmaz. “Nere daldın nine? Kalk, kalk üşütme kendini betonda.” Çat diye kırılacağından korktuğum koluna girdim. “Zebercet Dağı’na bakıyorsun, biliyorum. Hangimizin gözü orada değil ki?” Mutfaktan geçip konağın arka avlusuna çıktık. Orada taşa oyulmuş bir Rum mezarı vardır. Beş adıma beş adım, küp bir oda. Mehmet, mezarın çok daha eski olduğunu söylüyor, belki Hattuşalı krallardan kalma. Abbasilerin, Rumların, en sonunda dedem Ramazanoğlu’nun elinden geçmiş. Ben anlamazdım. Bildiğim bu odanın dört mevsim ılık olduğuydu. Farzane bu odada yatar kalkardı. Yaş aldıkça nasıl aksiliği, küskünlüğü arttıysa, konuşmaz olduysa Baba Şemhur da odaya trafodan elektrik çekti, iki döşeğin arasına dev bir tüplü televizyon bağlattı. Anasını bir bebek gibi o camın önüne koydu. Kulağı az duyan Farzane, televizyonun sesiyle yıllarca konağı inletti.
Nineyi yatırıp yine televizyonu açtım. Müjdeli bir haber okunuyordu, yakında âdemoğlu Merih yıldızına seyahate çıkabilecekmiş. Vay vay. Kanalları gezdim. Birçoğu, Ceyhan suyunun yanı başında boy veren Zebercet Dağı’ndan bahsediyordu. Derken bir kornayla irkildim. Konakta kimseler yokken boynuma indirdiğim yazmamı tekrar başıma geçirdim. Mutfaktan geçerken narenciye sepetini devirdim, birkaç portakal peşim sıra ön avluya, utancıma ortak olmaya koştu. Mehmet direksiyondaydı, “Ne yaptın ana?” der gibi bakıyordu eşek gözlüm. Oğlan Şemhur otomobilden atladı, ilk iş elindeki ışıklı tabancayla beni vurdu, ipteki çarşafların arasına karışıp tarlaya çıktı. Baba Şemhur kimsenin yüzüne bakmadan konağa girdi. Anne Şemhur, kocasına duyuracak şiddette başladı: “Ah cahil kadın. Ah aptal.” Neredeyse gülecektim. Mehmet’in dediğine göre Anne Şemhur, kötü Fransız çevirileri gibi konuşurmuş. Ne kastettiğini anlamasam da komik gelirdi bu bana. “Çamaşır makinesi Amerikan malı, kurutma makinesi Japon. İki cihanı şu konağın içine getirdik. Bir senin kafan buralı kaldı!”
“Şemhurlar ikiliği seviyorlar anne.” Az sonra Mehmet’le kuş havuzunun başında soluklanıyorduk. “Kadın Amerikan-Japon, adam Seylan-Ceyhan.” Parmağıyla Zebercet Dağı’nı gösterdi. Yılankale’nin berisindeki tepelerden biri insan eliyle yarılmış, yarıktan bir koca Zebercet Dağı fırlamıştı. Yekpare damar. “Şu taşın yeşiline bak anne. İnsanın gözünü nasıl da alıyor.” Gerçekten de hâlâ ikindi güneşi altında ovada yeşil bir alev gibi yanar. “Beyefendi arabada konuşurken duyuyorum. Yalnız Seylan ülkesinde zebercet madenleri varmış. Burada, beyefendinin burnunun dibinde bitmesi mucizeymiş.” Gün boyu, kepçeler tepeleri delip etrafa kireç tozu yayar, kamyonlar bu kıymetli madeni yüklenip Ceyhan’a, ilçeye sürerdi. “Şöyle gelsene anne.” Mehmet’le avlunun dışına yürüdük. “Mühendisler damarın kökü çok aşağılara iniyor diyorlar. Baba Şemhur en az altı ay geceli gündüzlü kazdıracak yeri.” “Madene devlet gelecek mi?” “Gerek kalmayacak anne. İzin yalnız beyefendinin fabrikasına verildi. Çıkardıklarının bir kısmını hazineye aktaracak fakat bu dışarı satacaklarının yanında devede kulak kalır. Geçen ay eve geç gelişlerimizi hatırlıyor musun?”
Baba Şemhur’un enteresan taraflarından biriydi, tanımadıklarını ne yapıp edip memnun ederdi. Evde uygulamadığı kaideleri jandarma ve polis üzerinde; belediye başkanları, il büyükleri ve hatta savcılar üzerinde dikkatle uygular, her seferinde de bahtsız oğlumu tüm yaptıklarına şahit bırakırdı. Baba Şemhur, işlerini gizlemeye lüzum görmediğindendi ki Mehmet otomobilde bazen yeşil dolu çantalar taşırdı, bazen afyon. Bazense şehirden getirdiği, dikiz aynasına bakarak süslenen, adları olmayan kadınlar. “Korkusu da yok.” “Sen günaha kapa gözünü günahsız Mehmet’im.” Mehmet başını eğdi. Öyle kaldığımızı hatırlıyorum. Sonra tarladan Oğlan Şemhur’un feryadı yükseldi. Bir de kesikli bir tıslama. Şalvarımı topladığım gibi o yana vardım: “Kara yılanı kovalama, saldırır demedim mi sana e çocuk?”
Kara yılanlar zehirli değildir. Yalnız kaslarında müthiş bir güç vardır. Gözdağı verildiğinde havada bir kamçı kesilir; insanın yüzünde, sırtında şaklar. Yere yığınca da dişlerini her bir yanına geçirir. “Bal, toprakta bal gördüm.” Ahali, başına toplanmıştık. Oğlan hıçkırıyordu: “Topraktan bal sızıyordu baba, ince. Az eşeleyeyim dedim. Bir yılan başı göründü. Yılan başı. Yapıştırdım sapanı. O zaman yer yarıldı, adam benzeri bir kara yılan çıktı. Adam benzeri. Beni dövdü.” Baba Şemhur oğlanın gömleğini sıyırınca bir Allah çektim. Sırtının yarısı morarmıştı. İçeri koştum. Havada kireç tozu kokusu vardı. Arka avluyu şimşek gibi geçtim. Mevsim bahara çıkmıştı. Taş odada Farzane ağlıyordu. Şemhurlar ikiliği severlerdi. Farzane sordu: “Erkeği mi, kancığı mı?” Bunca yıl sonra sesini duyan ilk kişiydim. “Erkeği.” dedim.
Ve böyle toplandı kasabalı evvelki senenin baharında Baba Şemhur’un arkasında ve didik didik ettikten sonra Misis ve Ceyhan ovalarını, kıstırdılar onun eşini saklandığı bir olukta. Hâlbuki bu toprakların adamı bilirdi; bir kara yılanın canını alırsa, öldürdüğü yılanın eşinin kaybettiği eşini mütemadiyen arayacağını. Sonunda ya eşinin ölüsünü ya onun katilini bulacaktı hayatta kalan. Lodoslu bir öğlen serdiler adam benzeri bir kara yılanı konağın avlusuna. Âdemoğlundan çarpık yüzü, toprağa serilmiş çatal dili hatırıma gelince, şimdi bile kafama taşlar çalasım gelir. Farzane merdivenlerin başında yumulmuştu. Konak, av zaferini kutlayacaktı. Önüne çöktüm. İkimiz de öldürülen kara yılanın eşinin kim olduğunu biliyorduk. Bu masalda adını öğreneceğiniz iki kadından ikincisi. Omzumdan konuştu: “Zebercetten bir taht üzerinde oturur, insan gibi konuşurmuş yılanların şahı. Âdemoğlunun şerrinden kaçıp duvarlarından bal akan bir kaleye iltica etmiş yer altında. Bu balı tadan kişiyle dost olurmuş.” “Buraların masalını iyi biliyorsun nine.” Hıçkırdı. “Tahtı sallanmıştır. Kalesinin duvarları çökmüştür.” Madeni gösterdi. “Bu yıkıma kim dayansın? Gelecek, bu gece gelecek!”
Şemhurlar, yarı sarhoş misafirlerini hürmetle, avcıları yevmiyeyle yolcu ettiler. Zifiri karanlıkta Farzane ile ölüyü kükürtledik. Yılanlar kükürde gelmezler. Merdivene çöküp yüzümüzü Yılankale’ye döndük. Gece yarısından sonra, sabah ezanından önceydi. Zebercet Dağı mutlak bir sessizlik içinde parladı. Yeşil alevler karanlığı yardı. Tahtından kalktı, kalesinden ayrıldı yılanların şahı. Birbiri içine geçen bin yılandan yapılma bineğini doğruca bizden yöne sürdü. Ahali, can korkusuyla kıpırtısız onu izledik. Toprağa indi, süründü. Belinden yükseldi. Memelerini saran pullar çıtır çıtır etti. Çizgi gözleriyle yaş dolu gözlerimizin içine, oradan yüreklerimize baktı: “Yemliha’dır adım. Hani Şah-ı maran diye andığınız Ece’yim ben. Eşimi kaybettim, Ülgen Bey’i. Toprağınızdan geçti mi?” Etrafımda dönüp toprağı kaldırıyordu. Pullarının, muhtemel ki ölene kadar unutamayacağım çıtırdamalarını aklıma kazıyordu. Cümle yaveri tıslamalarla etrafımızı sardı. Biz sustukça çemberi daralttılar.
Şahmaran, daha doğrusu Yemliha, Farzane’nin yüzüne eğildi: “Konuşamıyor musun ana?” Mehmet’le aramıza sokuldu, gözü gözüme: “Ya sen kadın? Senin bir adın yok mu?” Baba Şemhur’u işittim. Hıçkırıyor muydu? Başımı yerden kaldıramadım. Yemliha, içten bir of çekip Anne Şemhur’a ilişecekti derken kadın, oğlunun gözyaşları arasında düşüp bayıldı. Yemliha, herhâlde toprak üzerinde yürümüş ya da sürünmüş en cemil kadın olduğunu söylememe hacet yoktur, mermer beyazı yüzünü esefle büzdü. Kıvrılarak Farzane’ye döndü: “Cüretimi affet ana fakat anlamıyorum, niçin suskun toprağınızın kadınları ve niçin yürekleri ağır çekiyor bu denli?” O zaman geceyi atlatacağımızı anlamıştım. Mehmet’in geçmişte bana okuduğu kitaplardan birinde yazar, benim gibi kadınların ahvalini kendine dert edinmiş bir başka kadınmış, ne diyordu: “Kadınlar birbirlerine güvendiler mi öyle bir dost olabiliyorlar ki.”
Anlatacaktım, acısını paylaşacaktım. Ayaklarımızın dibinde akan kara yılanlar arasından geçip Yemliha’nın karşısında durdum. Yüzü solmuştu, etrafını gözetliyordu. Aramızda en az iki metre vardı. Aşağı bakıp beni görünce Akdeniz gibi dalgalanıp önümde bitti, yüzü yüzüme. O zaman Baba Şemhur kendini Yemliha’nın önüne attı: “Ey Ece. Ey topraklarımızın koruyucu Ecesi. Kalenin duvarlarından akan balın tadına vardım.” Allah belasını versin. Masalı o da biliyordu. “Eşin Ülgen Bey’le hasbihal ettim.” Bu koca namussuz, tanımadıklarını memnun etme gibi enteresan bir tarafı olan bu arsız, huyundan vazgeçmeyecekti belli. Yemliha kuyruğuyla adamı ayağa dikti. Dinliyordu. Farzane bağırdı: “Sakın ha Şemhur, sakın!” Baba Şemhur uzun parmaklarıyla Yemliha’nın yüzünü okşadı: “Eşin Ülgen Bey toprağımdan geçti. Ceyhan suyunun ardında ava çıktı.”
Ağlamaya başladım. Yemliha’nın pulları kıvançla titrerken etrafımızdaki kara yılanlar dört bir yana dağıldılar. Yemliha efsunlanmıştı. “Siz de müjdeler içinde kalasınız.” Tozu dumana katarak oraya buraya sürünüyordu. Farzane’ye döndü: “Tut elimden, beni tahtına götür yukarı toprağın Ecesi. Eşimi orada bekleyeceğim.” Bir nisan gecesi, bir ihtiyar ve belden aşağısı kara yılan bir dev kadın el ele bir eve giriyorlardı. Narenciye sepeti devriliyordu. Az sonra beraber televizyon izleyeceklerdi. Mehmet atıldı, “Tüfeğini getireyim beyefendi.” Ensesine tokadı yapıştırdım. Baba Şemhur güldü, “Sen anlıyorsun kadın.” dedi bana. “Ne yapayım tüfeği, iki dünyanın zengini, şifacı Ece konağımda esir düşmüşken?”
Böyle yaşamaya başladık yılanların şahıyla aynı çatı altında. Beş adıma beş adım taş mezardaki divanların birine, Farzane’nin karşısına kıvrıldı. O günler için anlatacak çok bir şey yok. Sanılanın aksine Yemliha’nın zümrüt yeşili gözlerine bakmak insanı taşa çevirmiyor, dökülen pullarıyla duvara bir kapı çizmek servetini sakladığı yeraltı bahçesine bir geçit açmıyordu. Baba Şemhur tümünü denedi. Tatlı sözlerle ağzından türlü efsunlar almaya da çalıştı, nafile. Yemliha çok kısa bir sürede, inanılmayacak kadar kısa bir sürede, Baba Şemhur’un istediklerini ona veremeyen bir kadın konumuna düştü. Keza masal da bunu öngörüyordu. Yemliha’nın elinde, geceleri mum ışığında konağın kadınlarıyla paylaştığı bilgeliği, yürüdüğümüz toprağın geçmişinde uyuyan tanrıçalar ve avcı kadınlar, uysal olmayan analar ve uzun yaşayan kadınlar vardı. Bir de kadın kadına dostluğu. Baba Şemhur, Yemliha’nın güzel dudaklarından, ince belinden öte bunlara göz dikti. Çünkü Baba Şemhur, bir kadını nasıl kıracağını iyi biliyordu. Ve ona göre Yemliha, eksik de olsa bir kadın sayılırdı.
Yemliha’nın konakta barındığı son gün, tüplü televizyon bangır bangır bağırıyordu. Baba Şemhur, öğle vakti elinde bir bıçakla taş odanın kapısına dayandı. Sülalenin erkekleri de avluda toplanmışlardı. Tıpkı masaldaki gibiydi, Baba Şemhur onun ilmine vakıf olmak arzusuyla Şahmeran’ı öldürecek, etini yiyecek ve onu ebediyen içine alacak, varlığına sahip olacaktı. Odanın önüne toplaştık. Baba Şemhur içeri girdi, anasını odadan çıkmaya zorladı. Yemliha’nın bir kuyruk darbesiyle tüm kemiklerini kırabileceğini biliyordu. Fakat bunu yapmayacağından da emin görünüyordu. “Eşin Ülgen Bey Ceyhan suyunun ardında ava çıktı. Elimi tut, seni ona götüreyim.” “Ülgen Bey avlunda yatıyor Şemhur.” Biliyordu. “Bunca kükürt ondan başkasını saklıyor olamaz.”
Sordum: “Öyleyse neden kaldın Ece?” Öğle haberleri okunuyordu. “Size adınızı hatırlatmak için.” dedi Yemliha. Bıçağını Yemliha’nın göğsüne sallayan Baba Şemhur, Anne Şemhur’un darbesiyle tökezledi, düştü. Şaşkındı:
“Raha?”
“Ve onlara adınızı hatırlatmak için.”
Raha ile birlikte Baba Şemhur’u zaptettik. Raha, adının hakkını vererek derin bir oh çekti: Özgür kadın. “Ana, yardım et. Farzane!” Farzane ellerini göğsünde birleştirmiş, oğlunun ruhu için dua ediyordu. Mehmet, Yemliha’nın onaylar bakışlarıyla kapıda nöbet tutuyor, elinde beyefendinin tüfeği, konağa doluşan azgın kalabalığa, beyefendinin soyuna geçit vermiyordu. “Saadet, bunca yıldır o piç kurusu oğlunla ekmeğimi yediniz! Saadet!” Vay Baba Şemhur vay. Sözlerinden ve soyunun sözlerinden silindi artık o efsunlu güç. Hâline gülüyorduk. En çok da bizlerin masalının sonunun değişmesine gülüyorduk.
Yemliha kuyruğu üzerinde yükselip televizyona yaklaştı, öğle haberlerine kulak kesilince yüzü aynı tanıdık esefle büzüldü. Bir kadındı öldürülen ve bilinmiyordu adı. Ardından bir haber daha, başka bir kadın. Adı biliniyordu da yalnızca baş harfi söyleniyordu, ayıplı olan oymuş gibi. Yemliha, saf Ece Yemliha döndü, içimi söküp atan bir hüzünle sordu: “Sizinkine benzer başka topraklar da mı var?”
Şemhur erkeklerinin sır olup gitmesinin müsebbibi kara yılanlar, bir de bangır bangır bağıran tüplü televizyondu. Yemliha gerindi, göğsünü şişirip acı bir çığlık attı. Dört bir yandan aktı kara yılanlar konağa ve küme küme üzerlerine kapanıp yuttular Şemhurları. Denir ya, kovalamayın. Kara yılanlar hasmınız değildir.
Yemliha, konağın önünde bin yılanlı bineğine bindi. “Onlara diyeceğim ki.” dedi, “Yemliha’dır adım. Hani Şah-ı maran diye andığınız Ece’yim ben. Adını kaybeden kadınları arıyorum. Toprağınızdan geçtiler mi?”